Translate

31 Ekim 2012 Çarşamba

cumhuriyet bayramımız kutlu olsun

Biliyorum geçti bayram ama paylaşmamak olmazdı... Tatil dolayısıyla uzak kaldığım net ortamına yeniden sıcacık bir merhaba:)))

23 Ekim 2012 Salı

zuzu bayramı

Şimdi kapılarda ne kadar pis koksa da dünyalar tatlısı birer zuzu otluyordur. Çiğner çiğner bitiremez o lokmalarını, bir kerecik olsun insanın gözünün içine bakmaz... Evde sabah olsa da sevsem, ona yem versem diye bir bıcırık bekliyordur. Sonunun korkunçluğunu bile bile her seferinde yeniden bağlanmak değil midir çocukluk... Belki bu sefer kaçar, ya da acaba ipini çözersem diye planlar yapılırken asılı bayramlıklara dalan gözlerle , tatlılar hatırlanır, bir iki şeker, bir kaç kuruş harçlık sevdasına kurbanlığın başına gelen vahşet bile kabullenilir olur, çocukluk insan oğlunun hatırlanıp gözlenilebilen en ilkel halidir ne de olsa, anneler stresli ve gergindir yoğun bir hafta onları beklemektedir. Mahallenin çocuklarıyla sözleşilmiş, geçen bayram şekerin en güzelini, hatta çikolata ve para veren kapılar belirlenmiş, erkenden kimse ganimeti tüketmeden yola çıkmak için sözleşilmiştir. Sabah olur,bambaşka bir sabahtır o. Açık bir televizyondan Barış mançonun bugün bayram şarkısının melodisi gelir. Hangi bayramındır aslında bu şarkı hiç farketmez o anda zaten coşuverip taşan yüreciği pırlatmaya. Karıştırılan çayın kaşığının sesi bile bir tempo tutar bu melodiyle. Allanır pullanır herkes; el öpülür, nice bayramlar dilenir. Bayramlıkları kirletmemek için ayrı bir özen gösterilir. Et yemekten gına gelir, bazı etler ağızda büyürken zuzucuğun o kapkara önüne perde inmiş misali donuk bakışları gözlerin önünde canlanıverir, lokmayı yutmak daha da zorlaşır.. Sevdiklerinizle neşe dolu bir bayram geçirmeniz dileğiyle

22 Ekim 2012 Pazartesi

ufo hikayesi

İnternetten bir alıntı... yine oldukça kalabalık bir nöbet akşamında, orta yaşlı bir adam kalabalığın arasından sıyrılıp yanıma geliyor. Şikayetinin ne olduğunu sorduğumda, kafasına "ufo" düştüğünü söylüyor. Direkt psikiyatriye yönlendirdiğim hasta, bir süre sonra elinde notla geri geliyor: "Kafasına ufo marka ısıtıcı düşen hastanın kafa travması yönünden incelenmesi rica olunur..." Dr. Tevfik ÖZLÜ

Bu Dünürler Size De Tanıdık Gelecek!

Evli olan herkes, kendi annesiyle eşinin annesinin arasındaki çekişmeyi çok iyi bilir! Alttan alttan laf sokmalar, birbirleriyle rekabet etmeler, gözlerini devirerek imalı bakışlar... Vanish yeni kampanyası için çektiği videoda, dünürlerin bu tip komik atışmalarını çok iyi anlatmış! Yukarıdaki videoda birbirini çekemeyen bu iki dünürü siz de izleyebilirsiniz.

En çok sevdiğim şeylerden biri de, dünürlerin söylediklerinin yanı sıra aklından geçenleri de duyabilmemiz... Birbirleri hakkındaki gerçek düşünceleri, videoya büyük ölçüde mizah katmış. Oyuncuların mimikleri de bir o kadar iyi! Parodi tadındaki bu video çok konuşulacağa benziyor.

Üstelik Vanish’in Facebook hayran sayfasında, bu video ile bağlantılı bir aplikasyon da yer alıyor. http://bit.ly/omurbiterdunurgitmez adresine giderek ileride nasıl bir dünür olacağınızı öğrenebilir, pespembe bir çamaşır makinesi kazanma şansı yakalayabilirsiniz!

Bir bumads advertorial içeriğidir.

21 Ekim 2012 Pazar

bayram şekeri hiç bu kadar acı gelmemişti

Her bayram insanların aklına nasıl bayramlığı olmayan, alamayacak durumda olan çocuklar gelirse; benim de aklıma hep bayram günlerini hastanede geçiren insanlar gelir, bunlar personelden hastasına, doktorundan hemşiresine tüm sağlık çalışanları, hastalar ve hasta yakınlarıdır. En çok da minicik bedenlerinde yaşlarının katı katı ağırlıklar taşıyan, önemli kronik hastalıklı çocuklar...Bir zamanlar eski bayramlardan aklımda kalan bir olay da; o bayram şeker hastalığı tanısı alan çocuklar. Her bayram en az bir veya iki çocuk şeker hastalığı tanısı alırdı. Şeker yemek, şeker hastası yapmıyor tabi ki ama belki tanısının biraz daha erken ve çabuk ortaya çıkmasını sağlıyor. O bayramı o çocuklar hep şu şekilde hatırlayacaklar diye içim çok sızlar: dilediğimce şeker yiyebildiğim son bayramdı... Allah çaresiz dert vermesin neyse ki artık her şey daha kolay, daha çok imkan var, ama çocuk yüreği maalesef bu olayları olgunlukla karşılayacak gelişmişlikte değil. O çocuk ki iğnesini fazla yapıp şekerinin düşmesini sağlar ki şekerli bir şeyler yiyebilsin, o çocuk artık öğrenir o hastalıkla yaşamayı ya da yaşadıklarından kendine çocukça paylar çıkarmayı; koşmayacağı zaman koşar, yiyeceği zaman yemez ki şekeri düşsün de dondurma, çikolata, kraker yesin... Oysa ki şekeri düşünce bayılabileceğini de bilir kendine zararı dokunabileceğini de ama adı üstünde ya o çocuk... İşte en büyük bayram bu taşıdıkları ağır yükü onlara bir ancık unutturmak ve daha da önemlisi onlar için yanan ana baba yüreğine biraz destek olmak...

20 Ekim 2012 Cumartesi

okul öncesi çocuklarda yapılan trafik anketi

Ülkemizde okul öncesi çocukların trafiğe bakışları hakkında fikir sahibi olmak için bir anaokulunda 3-6 yaş arası 30 çocuk üzerinde yapılan anket sonuçları aşağıda verilmiştir 30 çocuğa “trafik nedir?” diye sorulmuş; çocuklardan; %32 si trafik lambası, %26 sı araba (bu cevabı veren çocukların hepsi erkek), %21’i polis, %14’ü kaza ve çarpışma, %5 i trafik kuralları, %2 si ise dikkatli olmak cevabını vermiştir. Trafik lambası cevabını veren çocuklar bunu ailelerinden öğrendiklerini söylemişlerdir. Polis ve kaza cevabını veren çocuklar ise televizyonda trafik lafının geçtiği her yerde polis ve kaza gördüklerini ifade etmişlerdir. Buda bize görsel medyanın çocukların trafik olgusunun oluşmasında ne denli önemli bir rol üstlendiğini göstermektedir. Çocuklara “kaldırımlar kimler içindir?” diye sorulmuş; %83 ü yayalar ya da insanlar, %17 si arabalar cevabını vermişlerdir. Ancak burada ilginç olan bir nokta, arabalar cevabını veren çocuklarla konuşulduğunda, çocukların hemen hepsinin “esasen insanlar için ama hep arabalar park ediyor” şeklinde düşündüklerinin ve doğru bilgiyle yanlış uygulama arasındaki ikilemde, şaşkınlıklarının ortaya çıkmasıdır. Çocuklara “karşıdan karşıya geçmek ne demektir?” diye sorulmuş; %20 si bilmediğini söylemiş, %80 i ise arabalar durunca geçmek, yeşil ışıkta geçmek, sağa sola bakarak geçmek gibi doğru cevaplar vermişlerdir. Cevap veren çocuklara, bunu nereden bildikleri sorulduğunda, çocukların bir kısmı ailelerinden, diğer kısmı ise anaokulu öğretmenlerinden öğrendiklerini ifade etmişlerdir. Çocuklara “trafik polisi kimdir, ne yapar?” diye sorulmuş; %60 ı ceza yazar, trafiği yönetir, trafiği düzenler, dur der gibi cevaplar verirken, %30 u hırsızları yakalar, insanları hapse atar gibi cevaplarla trafik polisi ve polis arasındaki farkı bilmediklerini ifade etmişlerdir. Burada en düşündürücü cevap 3 çocuğun verdiği “insanları sopayla döver” cevabıdır. Bu cevabı veren çocuklara neden böyle düşündükleri sorulduğunda “televizyonda öyle görüyoruz” cevabı alınmıştır. Çocuklara “trafik kazası ne demektir?” diye sorulmuş; çocukların %50 si buna arabaların çarpışması, Geri kalan %50 si ise hızlı gitmek, sarhoş olmak, arabanın takla atması, arabanın devrilmesi gibi cevaplar vermişlerdir. Burada dikkat edilecek önemli bir nokta çocukların sadece araba içindeyken trafik kazası geçirebileceklerini düşünmeleridir. Çocuklardan hiçbiri bir aracın insana çarpması neticesinde trafik kazası yaşanacağını düşünmemektedir. Çocuklara “arabada nereye oturuyorsun?” diye sorulmuş; %60 ı arkaya cevabını verirken, Geri kalan %40 ı öne ya da bazen öne bazen arkaya cevabını vermişlerdir. Hatta çocuklardan bir tanesinin “bazen babam bana kucağında araba kullandırıyor” demesi ebeveynlerin çocuklarının trafik eğitimi konusunda nedenli hatalı davrandıklarının önemli bir göstergesidir. Bazen öne bazen arkaya oturduklarını söyleyen 12 çocuktan 11 inin erkek olup, bunların 9 tanesinin “arabada annem yoksa babam öne oturmama izin veriyor” demeside son derece dikkat çekicidir. Çocuklara “çocuklar arabada neden arkaya oturmalıdır” diye sorulduğunda; Çocukların %50 si ani frende kafamızı çarparız, arabadan fırlarız gibi bilinçli cevaplar verirken Diğer yarısı polis kızar diye arkaya oturduğunu yada neden arkaya oturması gerektiğini bilmediğini söylemiştir. Çocuklar, olabilecek kötü sonuçlar hakkında bilgilendirilmediği için, çok istedikleri bir şeyi yapamamanın ve neden yapamadığını bir türlü anlayamamanın sıkıntısı içindedirler. Çocuklara “anneniz/babanız arabaya binince emniyet kemeri takıyor mu?” diye sorulmuş; Ssadece %20 si evet cevabını vermiş, Geri kalan %80 i ise hayır yada bazen cevaplarını vermişlerdir. Hayır ya da bazen cevabını veren çocuklarla, ailelerinin neden emniyet kemeri takmadığı konusunda konuşulduğunda “polis olmadığı zamanlarda emniyet kemeri takılmazmış”, “kısa mesafelerde emniyet kemeri takılmaz”, “annem çok şişko, bu nedenle emniyet kemeri takamıyormuş”, “babam kemer takınca bunalıyormuş”, “bizim arabanın emniyet kemeri bozukmuş, yani babam öyle diyor ama ben inanmıyorum” gibi açıklamalar yapmışlardır. Bu da bize çocukların bu küçük yaşlarına rağmen ailelerinin araç içinde neden emniyet kemeri takmadıklarını sorguladıklarını ve ne yazık ki aileleri tarafından onları geçiştirmeye yönelik cevaplar aldıklarını göstermektedir. Ancak ailelerin bu konuda göz ardı ettikleri nokta, çocuklarının bu geçiştirme cevaplara inanmayacak kadar zeki ve gözlemci olduklarıdır. Çocuklar 9 yaşına gelene kadar tehlike kavramını algılamakta güçlük çekerler. Şöförlerin hata yapabilecekleri gibi bir düşünceye sahip değildirler. Özellikle erkek çocuklar arabaları trafik içindeki bir eleman değil de büyüyünce elde edeceklerine inandıkları bir oyuncak olarak görürler. Zaman zaman gerçek ve hayali karıştırırlar. Son derece sabırsız ve atılganlardır. Bir anlık zaman diliminde tek bir şeye konsantre olabilirler. Örneğin ağaçtaki bir kuşa bakan bir çocuk, o an içinde bulunduğu ortamdaki tüm diğer elemanları zihninden silebilir. Karışık trafik durumları ve kurallarını algılamaktan yoksundurlar. Çocuklar onlara anlatılan kuralları birebir kabullenirler, yorumlama yetenekleri ve sezgileri gelişmemiştir. Örneğin Almanya’da yapılmış bir çalışmada; 3-6 yaş arası 10 çocuğa “Yaya geçitleri karşıdan karşıya geçmek için en güvenli yerlerdir” cümlesi başka bir ek açıklama yapmadan öğretilmiştir. Daha sonra bu çocuklar yaya geçidi olan bir yola götürülmüş ve karşıya geçmeleri istenmiştir. Çocukların hiçbiri trafiği kontrol etme gereği duymamış ve hepsi yaya geçidinden kontrolsüz bir şekilde karşıya geçmeye çalışmışlardır Aracın durması için bir zaman gerektiğini düşünemezler. Kendileri nasıl istedikleri an durabiliyorlarsa, araçlarında aynı şeyi yapabileceğini düşünürler.

19 Ekim 2012 Cuma

çocukluğumun kitapları

İŞte az yazılı bol fotoğraflı bir gün daha... İşte bunlar benim çocuk kitaplarım. Geçen gün kızımın elinde gördüm tabi ki jet hızıyla hemen sakladım. Yıllarca saklamış korumuşum torunlarına hayr diyemeyen annem babamın iyi niyetine kurban edemezdim onları... Eylül'cüm üzgünüm okumayı sökünce sana armağanım olacak bu kitaplar...

18 Ekim 2012 Perşembe

yemek seçme de moda oldu

Kızım artık yemek seçiyor:(( Bu dönemin geçici olduğunu umudedip önümüzdeki maçlara bakıyoruz... Heralde 2 yaş sendromu gibi bir anda bitiverecek diye kendimi kandırıp duruyorum. Kabağa bayılan çocuk ağzına almaz oldu... Hem de yeniliklere ve değişik yemeklere o kadar tepkili ki hayatta yemez aynı babası. Ben ise bir yaptığımı 2. kez yapmam desem yeridir hep bir gelişim hep bir daha iyiyi yakalama hevesiyle yeni bişeyler yapar dururum. Çok hoş bir site keşfettim o yüzden paylaşmak istedim (http://otabakbitecek.blogspot.com/). Umarım çok kısa bir zaman sonra sorunumuzu nasıl çözdüğümüzle de ilgili bir yazı yazmak durumunda kalırım...

her hastalık bir hikayedir kitabı

Kitabın ön sözünde şöyle deniliyor: “Hastalıkları hikâye şeklinde anlatma fikriyle gelişen bu yarışma, bizlere çok şey kazandırdı. Bu fikrin çığ gibi büyüyerek gelişmesi; hem sağlık çalışanlarına hem de sağlık dışında çalışan bireylere, hastalara ve hastalıklara farklı bakış açısı ile bakabilme yetisi kazandıracaktır. Güzelliklerin katkılarla mükemmelleşeceğine inanan bizler, tıp eğitimine katkı sağlayabileceğini düşündüğümüz bu kitapla evlerinize konuk olduğumuz için mutluyuz. Unutmayın ki; her insanın bir hikâyesi, her hastalığın binlerce hikâyesi vardır...” Kitabın içindeki hikâyelerden bazı alıntılar şöyle: “Babam, Ben ve Hüzünlü Genetik Mirasımız" adlı hikâyede Ümit Aykut Aktaş "Hep bir yerlere tıkıştırıp durmuyor muyuz acılarımızı, zaaflarımızı, unutmak istediklerimizi! Ama ne kadar derine göm­düğümüzü sanarsak sanalım, bir yerlerden fırlayıveriyor öğrenilememiş çaresizlikleri­miz ve tüm bastırmaya çalıştıklarımız. Sürekli sorgulamalarla ve acabalarla dolu bit­mek bilmeyen koskoca bir ay... O bir ay nasıl geçti ben de bilmiyorum. Bir an önce siga­rayı bırakmam lazım. Hep öyle olmaz mı? Top kaleyi geçtikten sonra çaktırmadan topu kale çizgisinden çıkarmaya çalışırız. Bunca yıldır içtiğim sigaralardan arta kalan­ların hepsi ağır bir yük gibi sırtımda şimdi!" "Tenim Karı Üşütür" isimli hikâyede Serap Aslan "Beni şair yapacak şu hummalı geceler. Yorgun nazarlarımı sallayacak boşlukta Sana gelen yüreğim neler duyacak neler Kayıp giderken zaman o amansız loşlukta" "Gökkuşağının Yedi Rengi" isimli hikâyede Ecesu Can "Şimdi yedi yaşımdayım. Düşünüyorum da hepsi bir günde olup bitmişti sanki. Fırtınanın yatışıp yağmura dönmesi ardın­dan da güneşin kendini göstermesi gibi... Sonra da çıkar ya, gökkuşağı yedi rengiyle... O yedi renk benim için: Sabrı, inancı, pay­laşmayı, acıyı, sevinci, birliği ve sevgiyi ifade ediyor. İşte bu yedi duygu beni yaşa­ma bağladı." Kitapla ilgili daha detaylı bilgiye www.logossatis.com adresinde ulaşabilirsiniz. Sağlıklı okumalar dilerim. Yazan:Prof. Dr. Cengiz Yakıncı http://www.haberx.com/her_hastalik_bir_hikyedir_yarismasi_kitabi_cikti(19,w,11366,535).aspx

17 Ekim 2012 Çarşamba

italyan makarnası mı aman almıyım....

Ah benim güzel vatanımın makarnası bile güzel, sert oluyor sosları salça gibi demişlerdi de inanmamıştım, aynen öyle hiç beğenmedim, çok denedim, kafelere güvenmedim evde yaptım yok yok yok! Hazır yazı vermişken benim çökelekli makarna tarifimi de veriyim gitsin bari... Makarnalar haşlanıp süzülür, süzülen sıvıdan makarna altı suyu da diyebiliriz biraz kaseye ayrılır. Sonra temiz tencerede istenilen yağ ile sıvı-katı-tereyağı hiç fark etmez ince ince doğranmış soğan kavrulur, azıcık salça katılır, bol kuru nane, tuz ve o ayırdığımız makarna sosu ve çökelek; miktarlar tamamen zevke bağlı azaltıp arttırılabilir. Karıştırılır,süzülmüş makarna katılır sıcak sıcak servis yapılır afiyetle yenilir...

elma sosuuuuu

Şimdi ne alaka yani? diyebilirsiniz, ben de Caillou'nun o bölümünü izleyene kadar anlam verememiştim. Tahmin ettiğiniz üzere Caillou o bölümde fotoğraf çekerken "elma sosu" dedirtiyor hani bizim "cheese" gibi, gülümseyin demek gibi yani. Daha önce "hiç adil değil" şokunu da yaşamıştık o da meğer Caillou' danmış... Bu aralar blog sevdasına elimden fotoğraf makinası düşmüyor, tabi kızımda bundan nasibini alıp, o da bir kaç poz çekiveriyor. Ama makinemi düşürecek diye de tırsmıyor da değilim hani... O yüzden bu oyuncağı görür görmez almam gerektiğini anlatan itfaye sirenleri başımda ötüverdi... Faydası oldu. Artık makinemle daha az ilgilenir oldu. Yorgun günümün akşamında, herkese huzurlu güzel bir gece diliyorum iyilikve sağlıkla kalın...

16 Ekim 2012 Salı

blogunuzu geliştirmek için

Bu gün yazarkafe aracılığıyla bu blog karşıma çıktı. Blog ve internet dünyasının sonsuzluğunu bir kez daha hissettim. Çok faydasının olacağını inceleme fırsatım henüz olmasa da biliyorum. Emeği geçenlerin eline sağlık... Belki benim gibi duymayanlar vardır diye paylaşmak istedim. Herkese güzel ve keyifli akşamlar dilerim:)) ilgili link: http://bloghocam.blogspot.com/

Prima Uyku Günlükleri

Bebeğiniz ilginç pozisyonlarda uyuyorsa Prima’nın size iyi bir haberi var!

Prima Uyku Günlükleri uygulamasıyla bebeğinizin sıra dışı bir pozisyonda uyurken çekilmiş fotoğrafını süsleyip daha eğlenceli bir hale getirerek ödüller kazanabilirsiniz! Prima Aktif Bebek, bebeğinizi sızıntıya karşı güvenle korur ve ne şekilde olursa olsun, rahat uyumasına yardımcı olur.

Prima Uyku Günlükleri, Facebook Prima Dünyası’nda sizleri bekliyor!

www.facebook.com/PrimaDunyasiPrima Uyku Günlükleri

Bir bumads advertorial içeriğidir.

15 Ekim 2012 Pazartesi

resim yarışması-ilk yarışmamız...

Çocuklar için güzel bir aktivite olmuş, kızım henüz çok küçük, ama yine de katılacağım. Anlamaz dememek lazım, çok güzel bir anı olur, böyle faaliyetlere hevesli olur. Ben küçükken babamın kitapları vardı; şiirler, romanlar... Babam oturup da bana okumazdı tabi, ama bana da bir okadar çeşit çeşit çocuk kitapları almıştı. Her ne kadar o kitapları çok okumasam da demek bilinç altımda bir yer etmiş olacak ki ilk hikaye kitabımı ilkokul 2. sınıfta kendim yazdım. Katladım, zımbaladım, hatta bir kapak resmi bile yaptım... Kapakta meyve yerine kitap veren koca yemyeşil bir ağaç vardı. İlkokul 4. sınıfta da bir dergide iki şiirim yayınlandı. İlk kitabımı maalesef hala babam söylenir durur "öyle bir saklamışım ki bir daha bulamadık" diye; kaybettik. Aslında çok iyi saklayıcıdır bizimkiler, hatta benim günlüğüm bile var doğumumdan itibaren yazmış babam. İlk kitabımın adını söylemeden edemiyeceğim: "Cennet toprağı". Yani işin özeti bazı çocuklar için ne ilgi çeker, ne onu mutlu eder bunu yalnızca zaman söyler... Kızımın bir resim yeteneği var hissediyorum, umarım benim gibi bu özelliğini tozlu raflarda saklamaz... O yüzden bir ilk yaşayıp, kızımın ilk yarışması olacak olan bu güzel yarışmaya katılacağız... İyilik ve dostluk kazansın, herkese bol şans... yarışma için ilgili link: http://www.hurriyetaile.com/bosch/index.php

bayram tatili için bir öneri: Fıstıkistan

Bayram tatili yaklaşıyor taaa 2008 yılında yazmış olduğum Antep gezi yazımı paylaşiyim dedim... Gezi Tarihi: 08 Mart 2008 Cumartesi|Yazı Tarihi: 23 Mart 2008 Pazar Koca bir hafta daha sonuna gelmişti ve zaman daha yavaş aksın diye umut ederken cumartesi sabahı yaptığım tembelliğin utancı ile saat 10’da uyandım. Bu saatten sonra ne gezmesi! Şaşkın, çok tembelsin diye içimden sövgüler geçirirken bir haydi’ ye bakan yüreciğim hızlıca iki ekmek arası peynir kapıp eksik gedik hazırlanmış çantamla kendini yolda buldu. Hava çok güzeldi ve kollarımızı güneşlendire güneşlendire keyiflice yol aldık. Tam 3 saat sonra hedefimize vardık. Gezi öncesi soruşturmalar ve araştırmalarla aklımızda yer etmiş her yer, yalanını saklayamayan bir çocuk gibi bir bir ortaya çıkıverdi, şehre ulaşmak kolaymış da içinde yol iz bulmak ne zormuş, arabayı park edip sormayı planlarken tam karşımızda mozaik müzesini bulduk, bahçesinde de eserler olan müzeye doğru ilerledik. İçeride meğer ne ‘of be adamlar zevkini biliyormuş’ dedirtecek mozaikler varmış, hele bir de Fırat kenarındaki villalara, köşklere taban olmuş, duvar olmuş olduklarını gözünde canlandırmak orada yaşanılan eğlencelere ve acılara şahit olduklarını bilmek bir başka ahenk katıyor onlara. Manzara o kadar güzel olsa gerek ki bunca ilham vermiş o parmaklara... Doğanın sahip olduğu güçleri tarih yapan efsaneleri resmeden rengarenk Fırat’ın ufaladığı ve ışıltı verdiği taşlar kuşlar, balıklar, yılanlar, boğalar, çapkın tanrılar, yakışıklı güçlüler, savaşan ve aşık edenler her parçası bir emek, her parçası yaşanılanı anlatan bir puzzle...
Gerçek hayatın vizesi; çalıntı parçalar müzenin orta yerinde duran savaş tanrısı Mars heykelinin gözlerini yere eğdirmiş, tarihini koruyamamanın üzüntüsü düşmüş bakışlarına.
Tuvaletlerde yer alan bayan ayakkabısı erkek ayakkabısı hani vardır ya hangisi bayan hangisi erkek ayıralım diye işte bu müzede o işi bayan mozaik motifi ve erkek mozaik motifi almış bu görevi çok tatlı... Müze üst katta amfi tarzı oturaklar yer alıyor ne acaba derken birden birileri gösteri başlıyor izlemek isteyenler diye sesleniliyor ve duvara müzeyle ilgili görüntüler sunuluyor. Hep mi var yoksa biz mi şanslıyız Etnografya müzesi kapanmadan yetişmek zorunda olduğumuzdan soramadık.
Etnografya müzesini zor bulduk biraz yolları dar ve karışık, ama müzeyi bulana kadar özel yapılar olduğu duruşlarından belli birçok ev gördük. Müze güzel bir avluya sahip 3 katlı bir ev içinde yöresel kıyafetler giydirilmiş mankenler mevcut, çeşmeler, avizeler pencere kenarları, balkon korkulukları ve merdiven korkulukları ince işçiliklerini konuşturuyor.
Kale denildiğinde açıkçası uzak ve yüksek bir yerde dökülmüş taş yığınları bekliyordum ama bu kale çok sıcacık şehrin göbeğinde arabayla yanından geçerken içinde gezen insanları seçebileceğiniz kadar yakın bir kale manzarasına tabi ki diyecek yok.
Antep’e daha gitmeden namını duyduğumuz İmam Çağdaşı bulana kadar tüm Antep’i gezmiş hatta 2-3 tur fazladan atmış olduk, birbirinin aynı büyüklük ve ahşap pencerelere sahip dükkancıkların yer aldığı bakırcılar çarşısı, kırmızının gümüş renginin ve maddelerin ilginç bir resmi gibi.
Turistik antep çarşısı ve renklerin koku kazandığı kırmızı, yeşil, kahverengi çuvallar, asılı süs eşyaları gibi kurutulmuş patlıcanlar, biberleri ve antep fıstıkları ile baharatçıları şehre özgülüklerini tüm gururlarıyla taşıyordu. Ve midemize dönüşü olmayan ufak bir geziye çıkan o kebaplar ve tatlılar… İmam Çağdaşı sonunda bulduk içerde bir kuyruk vardı herhalde self servis diye düşündüm ki sıradaki kimsenin oturmadığını ve elindeki poşetle dışarı çıktığını gördüm. Bir koşuşturmaca tepsi tepsi baklavalar bi yerlere gidiyor nereye gidiyor? Kocaman bir fırın ve arı gibi çalışan beyaz önlüklü insanlar. Ortaya karışık kebap alıyoruz patlıcan kebabı, kuşbaşı, adana ve içinde fıstık, sarımsak, bulgur da bulunan simit adında müthiş bir lezzet... Garson elinde kocaman bir tasla geliyor içinde ufak bir kepçe ayranlı bir yöresel yemek sanıyorum tam biz istemedik diyecekken anlıyorum ki ayranmış... Ve ardından meşhur baklava, sarma, şöbiyet alıyoruz önerildiği üzere...
Sıra şehrin akşam halini gezmeye geliyor trafik çok karışık tüm gezi boyunca tam 4 kaza gördük hatta bir tanesinde eşim bize mi çarptı diye bile sordu! Şehrin her yerinde yer alan trafik kazaları ile bilgiler veren bilboardlar boşa değil diye düşünürken sonradan öğrendik ki Türkiye’nin 2. en sık kaza yapılan iliymiş. Akşam ışıklarıyla zaten yolumuzu çok düzgün buluyorduk iyicene şaşkın olduk artık aynı caddeden 4. geçişimiz olmuştu ve hala tam kestirememiştik mekanları birbirine benzeyen yaklaşık 4- 5 cadde var hepsi de birbiri ile bir yerde kesişiyor o nedenle yani çözemememiz...
Gece rüyamda aynı caddeleri gittik ve geldik... Sabah olmuştu. Hava dünkü kadar güzel olmasa da güzeldi işte ve kahvaltımızı edip hayvanat bahçesinin yoluna düştük. Yine mi kaybolduk diye düşünerek epey yol aldık, yani bayağı uzak bir yer. Piknik alanının ortasına yerleştirilmiş, bir kuşun kanatları altında misali düzenlenmiş kapısından girilen, çok geniş bir araziye kurulmuş, kendi doğal hayatlarındaki hayvanları görme güzelliğine sahip, yemyeşil aynı zamanda çok güzel de bir yürüyüş alanı olan bir park. Akvaryumu, sürüngenler odası, timsahları, maymunları, aslan, kaplan ve bahçenin bana en sosyal gelen hayvanları zürafa ve lama. Resmen insanlara show yaptılar, hatta insanlar yanlarından ayrılırken garip sesler çıkartıyorlardı. O kadar büyükmüş ki gezi planımızın 2. gününün ilk saatlerine almakla ne doğru bir karar vermişiz. Tüm çocuk sahibi arkadaşlarıma anlattım, mutlaka gidin dedim ve kendime de söz verdim çocuklarımı mutlaka getireceğime dair. Bir çocuğa verilebilecek en güzel hediye bence... Ama yorucu olabildiğinden içinde dolaşmak için bisiklet kiralansa çok daha tatlı olur ve geziye farklı da bir tat da katar.
Ve son olarak, son mutlaka yapın denileni yaptık ve yola 2 saat geç çıkmak pahasına da olsa katmerlerimizi yedik. Daha doğrusu yemeye çalıştık çok lezzetli ama kocaman... Tarih, tat,sanat,efsanelerle mozaize olmuş fıstık gibi bir şehir. Bayramda belki yeniden gideriz bıdık kızım Elüş' ümle...

14 Ekim 2012 Pazar

alışveriş aşkı

Geçenlerde bir yazı gördüm bir kadının gözlerinin içi gülüyorsa yeni ayakkabı veya çanta almıştır diye çok hoşuma gitti. Böyle bir tutku ne kadar doğru? Pozitif katkısı mı fazla yoksa negatif mi bilmem, tartışamam ama beni bu kadar mutlu eden bir olaydan da kendimi mahrum edemem... İşte bu fotodaki şirin cüzdancık anneme çok severek aldığım bir hediye. Kapağındaki ayna detayı çok güzel düşünülmüş. İtalya'dan aldım, fiyatını hediye ettiğim için paylaşamıyorum ama çok pahalı değildi diyebilirim. Güle güle kullansın benim güzel annem. Alışverişi seviyorum ya; yalnız kendime bir şeyler almayı değil, hediye etmeyi de çok seviyorum. Orijinal hediyeler bulmayı daha da çok seviyorum. Ah ah ne çok özledim öğrencilik yıllarımda sıklıkla yaptığım saatlerce dükkan dükkan dolaşmayı, İstanbul'un tadı o pasajları didik didik etmeyi ve pazarlarda müthiş parçalar bulup sevinmeyi... İnsan mutlu oldukça mutluluk dağıtabiliyor çevresine, sevdiklerine, sevmediklerine, doğaya, hayata, evrene. Böyle mutluluk veren durumların hayatlarımızdan hiç eksik olmaması dileğiyle...

tepside et

En sevdiğim yemek... Yapılışı çok kolay tepsinin boyutuna göre değişmekle birlikte 1/2 kg et, 1 patates rendesi, 1 domates rendesi, maydanoz, soğan ve baharatlar,salça, tuz birazcık zeytin yağı karıştırılıp tepsiye basılır üstüne domates, biber, patates doğranıp yerleştirilir. 200 derecelik fırında 40-45 dakika pişirilir, afiyetle yenilir....

13 Ekim 2012 Cumartesi

İTALYA GEZİSİ: VATİKAN

VATİKAN: İşte o gözümde büyüdükçe büyüyen ‘rahat ayakkabı alın’ söyleminden, çok yorucu ve çok yoğun olduğundan beni korkuttukça korkutan İtalya Bella turu için uçaktayım… Bir sene daha ertelesek ne olurdu sanki derken gezi korkusu bana uçak korkumu bile unutturdu gitti. Roma’ ya indik ve hemen sık yapılan hatalardan birine düşmeyip saatlerimizi bir saat geri aldık. Tur rehberimizle tanıştık, hayal ettiğimden daha karizmatik, daha bilgiliydi. Konulara hakimiyeti ve tecrübeli davranışları tercihimin doğruluğunun altını çizer nitelikteydi. Evet yazıma başlamadan önce şunu belirteyim, kendimiz mi gezmeliyiz turla mı? sorusunda biz turu tercih ettik ve iyi ki de öyle yapmışız. Belki turdan tura değişir, rehber de etkilidir ama en kötüsü bile bizim için yeterli araştırma yapmaya zamanı olmayan ve biraz da tembel insancıklar için daha iyidir. Valizlerimizi aldık. Havaalanının berbat tuvaletlerini görüp “ay pis bir ülke mi yoksa” diye hafif bir şok öncesi anksiyetesi yaşadıktan sonra turun kiralamış olduğu otobüse ulaştık. Otobüsümüzün kaptanı “Marco” bu gezimizde bize yarenlik edecek… Su ihtiyacı olanlar için su tedarik etmiş sağ olsun 1 euro’ cuğa… Bu fiyatı unutmayın çünkü ara ara değişiyor, direk borsa bağlantılı mübarek… Yol alırken rehberimiz biraz İtalya’ dan bahsediyor, İtalya en çok turist alan ülke diyor İtalya halkı bu durma alışmış ama turistler alışamamış…Ve yazımın çeşitli yerlerinde gönderme ve vurgulama yapacağım parasal konulara düşkünlüklerinden bahsediyor… Yolumuz Hıristiyanlık aleminin Katolik mezhebinin yönetim merkezi olan dünyanın nüfus olarak da yüzölçümü olarak da en küçük ülkesi olan Vatikan’ a gidiyor. Yerleşik nüfus 930 civarı, turistlerle 1500’ü aşıyor. Bu durum çantalara dikkat edilmesi gerektiğini ve terli, omuz omuza bir gezinin ön sinyallerini veriyor. İbadet merkezi de olduğundan omuzların ve diz kapağının üstte kalan kısmının kapalı olması gerekiyor. Tüm gezi boyunca seçilecek kıyafetlerde bu tarz şeyler tercih edilmesi işi bayağı kolaylaştırıyor. Biz mevsim olarak en güzel mevsimde gittik “Eylül” ne çok sıcak, ne çok soğuk ama yine de yandık da üşüdük de ıslandık da… İklimi bizim Akdeniz iklimi gibi ama süprizlere de açık. Çevresi yüksek duvarlarla kaplı ve kameralarla izlenen Vatikan’ a girmeden önce İtalya’ da gezeceğimiz her şehir için vereceğimiz görme gezme parası rehberimiz tarafından yatırılıp izin kağıdı alınıyor. Otoparkta iniyoruz, sanki alışveriş merkezine gelmiş gibi… İki saatlik uykuyla ve aç susuz ilerliyoruz. Her önemli gezi merkezinde olduğu gibi bize bir de yerel rehber eşlik ediyor. Her rehberin elindeki renkli şemsiye ve bayrak gibi sallanan çubuk kaybolmasak iyi bari diye düşündürtüyor. Çok da güzel bir uygulama yapılmış herkese kulaklık ve bir verici dağıtılıyor. Kulağına takmayıp ses gelmiyor yahu diye söylenen teyzelerimizin şikayetleri giderildikten sonra başlıyoruz geziye… Mutlak monarşiye dayalı bir yönetim, devlet başkanı Papa’nın sözleri yasa hükmünde. Papa hem devlet başkanı hem de Katolik mezhebinin ruhani lideri. Papa yasama, yürütme ve yargının da başkanı. 100 kişilik küçük bir ordusu var. Papa ve Vatikan hardal mor boyuna çizgili pek de şık sayılamayacak kıyafetlere sahip muhafızlarca korunuyor.
Vatikan Aziz Petrus’ un şehit edilip gömüldüğü yer. Aziz Petrus: İsa Mesih’in ilk havarilerinden olup Andreas’ın kardeşidir. Kendisi Beyt Sayda kasabasında olup asıl adı Simon'dur. Geçimini balıkçılıkla sağlayan fakir bir balıkçı olan Aziz Petrus, kardeşi ile Galile denizine (Lut Gölü) ağ atarken onları izleyen İsa kendilerine balık avlama işini bırakmalarını ve ardından gelmeleri halinde insan avcılığını öğreteceğini belirtilmiştir. Bunun üzerine Aziz Petrus ve kardeşi İsa’ya inanarak onun peşinden gitmişlerdir. İsa Mesih Petrus’u ilk gördüğünde “Sen Yuhanna oğlu Simonsun ve Kifas olarak çağrılacaksın” der. Kifas ve Petrus aynı isimler olup ikisi de "kaya" anlamındadır. Petrus İsa’dan hiç ayrılmadı ve İsa’nın yakalanıp çarmıha gerilmesine kadar hep beraber kaldı. Baş kahinin avlusunda Yahudilerden korkması nedeniyle üç kez İsa Mesih’i inkar etmek zorunda kaldı. İsa Mesih’in dirilişinden ve Kutsal Ruh’un havarilere inişinden sonra İsrail’de, Antakya'da, Anadolu’da ve en son Roma’da İncil’i yaydı. Roma’da İmparator Neron tarafından başı aşağıda ve ayakları yukarıda olmak üzere asılıp şehit edildi. (M.S 66-67) Aziz Petrus bu işkenceyle ölürken başının dik durmasını istemiyordu Zira ona göre havari, İsa Peygamber gibi ölmemeliydi… İsa onu kilisenin “Kaya”sı (temeli)olarak tayin etmiş ve ona göklerin krallığının anahtarını vermiştir. Bu nedenle ikonalarda hep elinde bir anahtarla resmedilmiştir San Pietro Katedrali, Aziz Peter’ a ithafen yapılmış. San Pietro bazilikası Hıristiyan dünyasının dört bir yanından hacıları kendisine çekmekte. Aynı zamanda dünyanın en önemli sanat eserlerini de içinde barındırmakta. Meydana vardığınızda ilk olarak Bernini’ nin heykelleri ile bezeli, sanki insanı kucaklayacak iki kol gibi uzanan sütunlarla karşılaşılıyor. Ortada Aswan’ dan gelmiş bir dikilitaş var ve sonradan oraya konmuş. Meydandaki iki çeşmeden kiliseyi karşınıza aldığınızda sağda kalanı orijinal. Diğeri simetri yaratmak için yapılmıştır. Zaten bütüne baktığınızda sonsuz bir simetri ve ahenk görülmekte. Eski zamanlarda Tiber Nehri’ nin (Tevere) Vatikan’ın olduğu tarafında küçük evler varmış ve burada daha fakir bir halk yaşarmış. Nehrin karşı kıyısında ise asiller yaşarmış. Kilise karşı kıyıdan bile kolaylıkla görülürmüş. Kilisenin ihtişamıyla insanları kucakladığı fikri varmış. Ama faşist dönemde (ki Romalılar bu dönemden hep nefretle ve utançla bahsederler) kilisenin önüne iki tane devlet binası yapılmış ki kilisenin ihtişamı ve görüntüsü engellensin. Roma’daki 4 büyük kilisenin önünde San Pietro’nun önündeki gibi dikilitaş bulunmakta.
İlk başlarda kilise Yunan Haçı şeklinde inşa edilmiş. Yani ‘+’ şeklinde (4 kol da aynı boyda). Kilise restore edilirken önce proje Raffaello’ya verilmiş. O da kiliseyi günümüzde de kullanılan bildiğimiz haç işareti şekline getirmek istemiş. Fakat daha sonra proje Michelangelo’ya geçmiş. O da projeyi bitirememiş. Projeyi bitiren Bernini olmuş. Kilisenin 5 ana kapısı var. En sağdaki diğerlerine göre daha küçük olan kapı sadece 25 senede bir açılır. Hıristiyan hacılar (pilgrim, İtalyanca pellegrino) her 25 senede bir sene boyunca günahlarının affedildiğine inanırlar ve buraya gelip affedilmek için dua ederler. Mesela 2000 senesi böyle bir seneymiş ve kapı bir sene boyunca açık kalmış. Kapının kapanması da özel bir seremoniyle oluyormuş. Kapıların üstünde figürler var. Her Papa geldiğinde kapılara yeni figürler eklermiş. Michelango’nun tasarladığı ama son halini göremediği görkemli 136,5 m’lik kubbesinin altındaki bazilika görenleri gerçekten hayran bırakacak, “görkemli” kelimesini sönük bırakacak güzellikte. 2. Yy’da Aziz Petrus’un mezarının olduğu yere bir anıt dikilmiş ve Constantinusun isteği ile yapımına başlanılmış ilk büyük bazilika İS 349 civarında tamamlanmış. Bazilika 15. Yy’da yıkılmaya yüz tuttuğunda Papa II. Julius 1506 yılında yeni bir kilisenin yapımını başlatmış. Yapımı 1 yy’dan fazla süren klisenin tasarımı, Roma Rönesans ve Barok döneminin büyük ustalarına ait. Özellikle Bernini tarafından yapılan iç dekorasyon ve süslemeler yapıya çok ayrı bir hava katar. San Pietro Bazilikası’nın içinde ayrıca Hz.Muhammed, Cennet ve Cehennemi simgeleyen figürler de bulunuyor.
Kiliseye girdiğinizde ilk sağda ünlü Pieta'yı göreceksiniz, Pieta, İsa’nın gerildiği çarmıhtan indirildikten sonra Meryem Ana’nın kucağında gösterildiği figürlere verilen isim. San Pietro Katedrali’ndeki meşhur ‘Pieta’ da Michelangelo’ya ait. Toscana’dan özel olarak seçilmiş bir mermerden yapılmış. Michelangelo’nun mermere verdiği şekil inanılmaz. Bu kadar sert ve soğuk bir malzemeden bu yumuşaklık ve kıvrımların çıkması hayranlık uyandırıcı. Bu arada Michelangelo’nun yaptığı heykelin kilisece kabul edilmesi büyük bir olay. Çünkü o dönemde kilise için yapılacak işler sadece Romalı sanatçılara veriliyor. Oysa Michelangelo Toscanalı.
Kilisenin bir özelliği de tüm eserlerin Vatikan Müzesi’ne kaldırılıp orijinallerin birebir kopyalarından oluşan eserlerle bezeli olması. Bu eserler aslında tablo gibi gözüküyor fakat dikkatli baktığınızda mozaik olduğunu anlıyorsunuz. Kilisenin içinde tablo yok, tüm eserler mozaik. Vatikan’ın bir mozaik okulu var ve tüm mozaikler buradan çıkma. Çok ilginçtir ki bu eserlerin aynı yağlıboya tablo gibi gözükmesi mozaik sanatının sonunun geldiğinin belirtisi gibi düşünülüyor. Çünkü mozaik ayrı bir dal ve aslında eserin mozaik olduğunun belli olması gerekiyor. Kilisenin tam ortasında Papa’yı sokaklarda taşıdıkları arabanın çok büyük bir taklidi var. Tam tamına 29 metre yüksekliğinde. Bronzdan yapılmış. Üstünde arılar var. Bu İtalya’nın asil ve köklü ailelerinden Barberini ailesinin sembolü. Kilisenin alt katında ise mezarlar var. Bu mezarlığa ölen Papa’lar gömülüyor. Ölen Papa’lar bedenlerini bedenin önemsiz olduğunu önemli olanın ruh olduğunu vurgulamak amaçlı kiliseye bağışlıyorlar.
Yine orta bölümde 4 köşede 4 ayrı heykel var. Biri bir Fransız artist, biri Bernini, biri de Bernini’nin öğrencisi tarafından yapılmış. Heykellerden biri İsa’nın öldükten sonra yüzünü sildikleri bir kumaş parçasını taşıyan bir kadını (magdalalı-mecdelli meryem) tasvir ediyor. Bu kumaş parçasına İsa’nın yüzünün şeklinin çıktığına inanıyorlar. Meryem İsa’ya aşıktır ama İsa ile hiçbir zaman birlikte olamamıştır. İnanışa göre fahişelik yapmaktadır ve bedenim hiç tanımadığım insanların olabilir ama ruhum senindir inancıyla bu işi yapmaktadır. İsa çarmıha gerildiğinde onun acı çeken halini kimse görsün istemez ve üzerinden çıkardığı kıyafeti ile İsa’nın yüzünü örter ve kıyafete yüzün şeklinin çıktığı söylenir.
Arkada San Pietro’nun 2 Yunan, ‘ Romalı rahip tarafından taşınan bronzdan arabasının heykeli var. Bu heykelin üstünde altından melekler var. Bu San Pietro (Aziz Peter)’nun göğe çıktığı anı sembolize ediyor. Kilisenin sol tarafına geçince heykellerde ölümün farklı şekilde tasvirlerini görüyoruz. Papalar, ölü bedenleriyle değil de yaşarken gösterilmiş ve Papalar’daki farklı özellikler ana heykelin dışında altlarında başka heykellerle tasvir edilmiş. Öyle ki bunlar arasında kadınlar da var. Örneğin kum saati tutan bir iskelet zamanı sembolize ediyor. Sol taraftan yürümeye devam edince ilk kez Papa’ların ölü de gösterildiği heykeller görüyoruz ve en sonda kapısı kapalı bir mezarı gösteren heykel var ki bu en yenisi. Bu tarzdaki en büyük heykel Viyana’da bulunuyor. Özetle kilisenin sol tarafında heykel sanatının gelişimini görüyoruz.
San Pietro Katedrali’nin büyüsü sadece eserlerle bitmiyor. Tüm Hıristiyan aleminin merkezi olan bu bazilika aynı zamanda ritüelleriyle de insanı etkiliyor. Pazar ayinleri sırasında Papa’nın çıkıp balkonda konuşmasını dinlemek için binlerce insan meydana toplanıyor. Meydana yerleştirilmiş dev ekranlardan da Papa’nın konuşması naklen yayınlanıyor.
Ama en ilginç ritüel ‘Papalık Seçimi’. Bir Papa öldüğü zaman dünya üzerindeki tüm kardinaller yeni bir Papa seçmek üzere Vatikan’da toplanır. Kardinaller ağır işlemeli kaftanları ile Michelangelo’nun eşi benzeri olmayan eserinin de bulunduğu Sistine Şapeli'ne kapanıp oylama yaparlar. Genelde kardinaller arasında Papa olmak için 4 favori aday vardır. Bunlara ‘preferiti’ denir. Çoğunluğun tercihiyle bir tanesi Papa seçilir. İlk turda bir çoğunluğa varılmazsa ikinci tur oylama yapılır ve Papa seçilene kadar bu böyle devam eder. Vatikan Yasaları’na göre kardinaller Papa seçilebilmek için Sistine Şapeli’nde bulunmalıdırlar ve bir Papa seçilene kadar şapeli terk edemezler. Bu sırada meydanda insanların görebileceği şekilde bacadan siyah duman çıkar. Bu, Papalık seçiminin devam ettiğinin göstergesidir. Duman beyaza döndüğünde artık Hıristiyanlık aleminin yeni bir Papa’sı vardır. Bu haber balkondan Latince ‘Habemus Papam’ yani ‘Bir Papa’mız var’ şeklinde duyurulur ve yeni Papa halka kendini tanıtarak ilk ‘Urbi et Orbi’ kutsamasını yapar. Oğul Odası (La Stanza del Figlio)’ndan da tanıdığımız Nanni Moretti’nin hem yönetip hem oynadığı son filmi ‘Habemus Papam’ tam da bunu anlatıyor.
Film aynen yukarıda anlattığım ritüelle açılış yapıyor. Bence bu kısım filmin en büyüleyici kısmı. Sırf bu bölüm için bile film izlenmeye değer. Papalık seçimleri çok gizli bir şekilde yapılır. Bu yüzden bu toplantının yayınlanması yasaktır. Bu film sayesinde toplantının ve oylamanın ayrıntılarına şahit oluyoruz. Oylama sonucunda‘preferiti’ler arasından Michel Piccoli’nin canlandırdığı kardinal, Papa seçiliyor. Fakat bu göreve ve halkın önüne çıkmaya hazır değil. Kardinal sinir krizi geçirip halkın önüne çıkmaktan kaçınca konusunda bir numara olan Nanni Moretti’nin canlandırdığı psikanalist San Pietro’ya çağırılıyor ve zor şartlar altında Papa’yı tedavi etmeye çalışıyor. Çünkü Papa’ya çocukluğu veya cinsellik hakkında soru sormak yasak. Tabii ki terapiler süresince San Pietro’yu terk etmek de. Film, konusu açısından oldukça cesur.
Özellikle Katolik mezhebi Papalık mertebesini kutsal gördüğü için Papa’nın insani zaafları olabileceğini gösteren bu film, konusu açısından çarpıcı. Seçim sahnesinden sonraki bölümde film biraz yavaş ilerliyor. Hatta yer yer sıkılabiliyorsunuz fakat bütünüyle izlemeye değer. Daha çok psikolojik unsurlar barındıran bir dram niteliği taşıyor. Konusu açısından ‘The King’s Speech’i andırıyor. Kadrosu da oldukça kuvvetli. Özetle Roma’ya gittiğinizde San Pietro Katedrali’ni gezmenizi ve ilk fırsatta ‘Habemus Papam’ filmini izlemenizi tavsiye ederim…

evcil hayvan ve çocuk

80 sene önce, 1931’de, İtalya’da çevrebilimcilerin katıldığı bir kongrede karar verildi; her yıl 4 Ekim günü nesli tükenmekte olan canlılara dikkat çekmek için çeşitli etkinliklerle kutlanacak ve bu güne ‘Hayvan Haklarını Koruma Günü’ denecekti. Evcil hayvanların durumunun da iyileştirilmeye ihtiyacı olması nedeniyle, 4 Ekim’in konusu gittikçe genişleyerek genel olarak ‘Dünya Hayvanlar Günü’ oldu. Dünyanın dört bir tarafında Ekim ayında ve özellikle 4’ünde hayvanlarla ilgili kampanyalar ve etkinlikler gerçekleşiyor.
Çocuk Psikolojisinde Evcil Hayvanların Etkisi Hayvanlar çocuğun yaşamına doğumdan başlayarak oyuncaklarla girmektedir. Peluşlar, banyoda yüzen ördekler, plastik çiftlik hayvanları, yürüyen ve konuşan motorlu oyuncaklar çocuğun sürekli olarak elinin altındadır.
Özel bir bebek ya da oyuncak ayıcık çocuğun annesinden sonra en yakın arkadaşı olabilir. Bu oyuncak ayıcık onun sırlarını paylaşır, kızgınlıklarına katlanır, huzursuzluğunu giderir.
SOSYAL BECERİLERİN GELİŞİMİNDE EVCİL HAYVANLARIN YERİ Evcil hayvanlar da aynı biçimde çocuğun yaşamında etkili olabilmektedir. Çocuk bir evcil hayvan yoluyla insanlarla etkileşim kurma ve sosyalleşme denemelerini yapabilir, mutluluğunu ya da üzüntüsünü paylaşabilir, öfkesini ona bağırarak giderebilir. Gelişimin işlem öncesi döneminde bebeğin olaylar ve yaşadıkları ile ilgili neden sonuç ilişkisini belirlemeye yönelik becerisi yoktur. Herşey göründüğü kadarı ile vardır. Beş altı yaşlarında işlem dönemi başlamakta, artık bağlantılar kurulabilmektedir. Ancak bu kez de soyut kavramları anlama yeteneği gelişmemiştir. Soyut kavramalar ancak on ile on bir yaşlarından sonra anlaşılabilecektir. Çocuklarda soyut kavramları anlayabilme ile ilgili zihinsel becerileri atasözlerinin içeriğini sorarak ya da anlatılan fıkralara tepkisini ölçerek değerlendirilir. Soyut işlem öncesi dönemde çocuklar doğum, ölüm, başkalarının duygularını anlama, neden o evin çocuğu olduğu, başkalarının çocuğu olmadığı sorularının yanıtını bulmaya çalışır. Bunların somut kavramlarla açıklanmasını ister. Anne babalar için bu kavramları çocuğa açıklamak hiç de kolay değildir. Çoğu zaman bu tür sorulardan kaçılır ya da çocuğun gelişim dönemi dikkate alınmadan, karşılarında bir yetişkin varmış gibi açıklamalar yaparlar. Bu açıklamalar ya çocuğun kaygısını artıracak ya da onun için anlamsız kalacaktır. Bu noktada evcil hayvanların önemli bir rolü olabilir. Özellikle doğum ve ölüm gibi çocuk için çok travmatik olabilecek kavramları bir hayvanla öğrenmek, çocuğun bu farklı bilgilere uyumunu sağlayacaktır. Örneğin çocuğun balığının ölmesi ile balık için düzenlenen bir tören onun bu ölüm kavramına alışmasını sağlayacak ve yeni bir balığın alınması ile yaşamın sürdüğünü görmesine yardımcı olacaktır. Özellikle çocuğun sevdiği birini yitirme, ev ya da okul değişikliği, anne baba ayrılığı gibi bir yoksunluk yaşadığı durumlarda evcil hayvanlar, “yerine koyma” ya da “paylaşma” işlevi de görebilmektedir.
AİLENİN ORTAK KARAR ALMASI GEREKİR Evcil bir hayvanın alınması tek başına çocuğun isteğine bağlı olmamalı, ailenin ortak alacağı bir kararı olmalıdır. Çocuğa evcil bir hayvanın evdeki peluş oyuncaklarına benzemeyeceği, bir bebek gibi bakım isteyeceği, tuvalet, yemek ve sağlık gibi gereksinimlerinin olabileceği açıklanmalıdır. Çocuk bir kedi ya da köpek alınmasını istiyor diye tüm sorumluluğun çocuğun üstüne bırakılması uygun olmayabilir. Çocuğun yaşı göz önüne alınarak, hayvanın bakımı ile ilgili sorumluluklar alması gerekeceği çocukla konuşulmalı ve sorumluluklar paylaşılmalıdır. Ayrıca aile bireylerinin tümünün bu konuyu dikkatle düşünmeleri, daha sonra gelişebilecek uygunsuz durumlardan kaçınılması açısından önemlidir. SORUMLULUK DUYGUSUNUN GELİŞİMİ Evcil hayvanlar çocuğun sorumluluk duygusunun gelişmesinde yardımcı olacaktır. Hayvanın kendine bakım veren bir insana gereksinimi vardır. Beslenmesi, gezdirilmesi gibi bakımla ilgili bu işleri çocuk üstlendiğinde, karşılığında hayvanın ilgi ve sevgisini alacaktır. Bir varlığın kendine gereksinimi olduğunu, bu bağ ile yaşamını sürdürebildiğini bilmek, çocuğun kendine güvenini pekiştiren bir durumdur. Ona bakarak birşeyler vermenin, yardım etmenin zevkini tadıp, onu sahiplenerek bağlılık duygusunun farkına varabilir. Hayvanların da hasta olabildikleri ve zaman zaman aşı olmalarının gerekmesi çocuğun yaşadığı deneyimlerle ilgili olarak ona destek olacak ve bu tür durumlarla daha etkin başa çıkmasına yardımcı olacaktır. Çocuğun hayvanlarla olan ilgisi desteklenmeli ve çocuk korkutulmamalıdır. Ebeveynler özellikle kendileri korktuklarından çocuklarını da korkutmakta, onlarda fobi gelişmesine neden olabilmektedirler. Çocuğun evcil hayvanlara gösterdiği olumlu tepki ebeveynleri tarafından desteklenmelidir. Çocuk, evcil hayvana birşeyler öğreterek, kendisi de bir şeyler öğrenecektir. Korkularını onun üzerinde deneyerek yenebilir. Böylece çocuk insan ilişkilerinin temelini oluşturan sevmeyi, vermeyi, korumayı ve kendine yeterek bağımsız bir kişi olmayı öğrenir. EVCİL HAYVANLAR VE ÇOCUKLARA İLİŞKİN ARAŞTIRMALAR Çocukların doktorları tarafından rutin muayenelerinin yapılırken, evcil bir hayvanın varlığının çocukların fizyolojik ve davranışsal uyarılma durumuna etkilerini saptamaya yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Bir çalışmada rutin muayenesi yapılan 3-6 yaşlarındaki 23 çocukta, ortamda bir köpek olduğu durumda, çocukların kalp atışlarının yavaşladığı ve davranışsal stresin ortadan kalktığı belirlenmiştir. Diğer araştırmalar ise evcil hayvanların stresi azalttığını ve duygusal durum ve sosyal etkileşimler üzerinde olumlu etkiler bıraktığını ortaya koymuştur. EVCİL HAYVAN SAHİBİ OLMAYA KARAR VERME SÜRECİ Evcil hayvanların olumlu pek çok etkisi olabilir ancak bunun için dikkat edilmesi gereken önemli bazı hususlar vardır. Çocukla evcil hayvan edinme sürecini açıkça konuşmak ve planlama yapmak evcil hayvan sahibi olma sürecini tüm aile için olumlu bir deneyim haline getirebilir. UYGUN HAYVAN SEÇİMİ Bir evcil hayvanla birlikte olma fikri çocuğa keyif verebilir ancak aileniz, eviniz, yaşam tarzınız ve çocuğunuzun evcil hayvanın bakımına yardım edebileceği bir seçim yapmak gereklidir. Örneğin seçim yaparken saldırgan yaratılışlı bir hayvan seçmemek konusunda dikkatli davranılmalıdır. Elbette evcil hayvanların aşıları zamanında yapılmalı, hayvanın temizliği gibi dikkat edilmesi gereken konulara özellikle önem verilmeli, bu davranışlarla çocuğa da örnek olunacağı unutulmamalıdır. Bir kez evcil bir hayvan edindikten sonra o da evin bir bireyi olacağı için ondan ayrılmak zorunda kalmak tüm aileyi oldukça üzecek, çocuk için de başa çıkması zor bir durum ortaya çıkacaktır. Buna yönelik olarak çocuğun ve evde yaşayan tüm aile bireylerinin alerjisi olup almadığı saptanmalı böyle bir durum söz konusu ise evcil hayvan edinmekten kaçınılmalıdır. Evin fiziksel koşullarının, ailenin ekonomik durumunun böyle bir hayvan edinilmesine uygun olması gerekir. Yalnızca çocuk açısından değil, hayvanın bakımı, eve uyumu ve yeni bir aileye uyum sağlama sürecinin çok uzun olacağı göz önüne alınarak eve getirilecek hayvanın da ihmal ve istismarı önlenmelidir. Bu koşullar uygun değilse bu kararı bir süre ertelemek uygun olacaktır. EVCİL HAYVANIN BAKIMI Evcil bir hayvana bakmak çocukların sosyal becerilerini geliştirmelerinde yardımcı olabilir. Ancak bazı kurallara özen göstermek gereklidir: 3-4 yaşın altındaki çocuklar henüz saldırganlık dürtüleri ve öfke kontrolünü beceremediklerinden evcil hayvanlarla birlikteyken sürekli gözlemlenmelidir. 10 yaşın altındaki çocuklar kedi ya da köpek gibi büyük bir hayvanın bakımını tamamen kendi başlarına yapamazlar. Çocuklar evcil bir hayvana bakabilecek yaşta olsalar bile ebeveynler gözetim sağlamaya devam etmelidirler. Çocuklar evcil hayvanın bakımıyla ilgili ihmalkar davrandığında ebeveynler sorumluluğu üstlenmelidir. Bu evcil hayvan için atlanmaması gereken bir durumdur. Ancak bu durum çocukla konuşulmalı, gerekirse tekrar sorumluluk verilmelidir. Çocuklara evcil hayvanlarının tıpkı insanlar gibi yeme, içme ve gezme ihtiyaçları olduğu yumuşak bir tavırla hatırlatılmalıdır. Eğer çocuğunuz evcil hayvanının ihmal etmeye devam ediyorsa hayvan için yeni bir ev bulunması da gerekebilir. Ebeveynler örnek teşkil etmek durumundadırlar. Evcil hayvan sahibi olunması konusunda da çocuklar en iyi ebeveynlerinin davranışlarını gözlemleyerek öğreneceklerdir. Uygun biçimde seçimler yapıldığında hayvanlarla çocuklar mükemmel bir ekip oluşturabilirler. Evcil bir hayvanın bakımını üstlenmek ve onunla oynamak çocukluk döneminin en keyifli zamanları olarak hatırlanacaktır. kaynak:http://www.aylinilden.blogspot.com/2008/06/ocuk-psikolojisinde-evcil-hayvanlarn.html http://www.kadingozu.com/4-ekim-dunya-hayvanlar-gunu

12 Ekim 2012 Cuma

satranç eğitiminde pinokyonun yeri...

Kreşte satranç derslerimiz var, Berna hanım öğretmenimiz. Tabi ki hiç anısız olur mu? Bizim bıdığa verilmiş olan ev ödevi piyonu boyarken kızım bu ne? dedim, cevapla alkış yapmayı planlar şekilde havaya kalkmış ellerim neşeyle çırpınmaya başladı...pinokyo demez mi? Kim öğretti kızım dedim Berna öğretmenim dedi. Anladım ki bizim minişko piyona pinokyo diyor.... Şimdi de gelelim fasülyenin faydalarına: Bazı besinler vardır her derde deva olarak gösterilir. Satranç oyunu da öğrenci gelişimine yapmış olduğu katkılar bakımından sanki mucizevî bir araç gibidir. Yeni eğitim anlayışındaki çoklu zekâ kavramına uygun olarak çocuğun gelişimine o kadar olumlu katkı yapıyor ki bunun farkına varabilen veliler öğrencilerini tuttukları gibi soluğu satranç kulüplerinde alıyorlar. Seçmeli ders olarak okullarımızda okutulmaya başlanan dersin önündeki en önemli engel ise bu konuda yeterli birikime sahip olmayan öğretmenlerden dolayı bu dersin okullarda seçilmemesidir. Günlük hayatın gerçeklerinden ortaya çıkan zihinsel bir spor olan satranç, çocuğu hayata hazırlamada ve hayatla bağ kurmasında son derece kullanışlı bir araçtır. Vasikov “ Satranç büyük hayatın küçük modelidir” diyerek satrançla gerçek hayat arasındaki benzerlikleri vurgulamıştır (Kulaç, 2005). Etkin bir öğrenme ortamı sağlayan satrançta işin çoğunu öğrenciler yapar. Öğrenciler beyinlerini kullanırlar, fikirleri düşünürler, problemleri çözerler ve ne öğrendilerse anında uygularlar. Satranç öğrenme hızlıdır, eğlencelidir, destekleyicidir ve çekicidir. Bu açıdan satrancın etkin öğrenmede önemli bir araç olduğu söylenebilir. Satrançla ilgili yapılan araştırma sonuçlarına göre: 1. Bireylerin kötü alışkanlıklar edinilmesine engel olur. 2. Planlı hareket etmenin önemini ve gerekliliğini kavratır. 3. Süratli, doğru ve çabuk düşünebilmeye yardımcı olur, olaylara doğru yorumlarla yaklaşabilme yeteneklerini geliştirir. 4. Kişiliği ve karakteri olumlu yönde etkiler ve geliştirir. 5. ‘’ Kendine güven ‘’ duygusu aşılar ve bunu geliştirir. 6. Kendi güç ve yeteneklerini daha iyi tanıyarak, bireysel güç ve yetenekleri açığa çıkarmaya ve bireysel doğru kararlar alabilmeye yardımcı olur. 7. Dikkatini tek konu üzerinde yoğunlaştırabilme alışkanlığı kazandırır. 8. Konulara karşı şüpheci yaklaşımı benimsetir, onları ezberci zihniyetten arındırır. 9. Kişileri düşünen, araştıran, yargılayan varlıklar haline getirir, ve yaratıcılıklarında özgür bırakan bir ortam hazırlar. 10. Başarıya ancak ve ancak sistemli ve disiplinli bir çalışmayla varılabileceğini gösterir. 11. Mücadeleci bir ruh yapısına sahip olmanın gerekliliğini benimsetir. 12. Başarısızlıklar karşısında yılmamayı, başarı için daha da çok çalışmanın gerekli olduğunu öğretir. 13. Yepyeni hedefler göstererek bu yeni hedefler doğrultusunda motivasyon sağlar. 14. Kişilerin olumsuz bir yönünü, eksikliğini veya bir davranış bozukluğunu hızlıca ortaya çıkarır. 15. Kurallara uymayı, dostça oynamayı, kaybetmeyi kabullenmeyi, kazananı kutlamayı öğretir. 16. Yakın dostluklar kurup daha çok sosyalleşmeye ve sosyal yaşamının zenginleşmesine yardımcı olur. Öğretmenlerimiz ve velilerimiz, çocuklarımızın geleceğini önemsiyorsak artık anasınıfı döneminde eğitimine başlanan satranç ile onları tanıştırmak bir zorunluluk olmaktadır. kaynak:internet link:http://blog.milliyet.com.tr/egitimde-satrancin-onemi/Blog/?BlogNo=66107